8 Haziran 2010 Salı

Yol-1

En son hatırlamadığım kadar küçük yaşta bindiğim uçağa bu sefer hiç bilmediğim bir ülkeye giderken binecek olmak hem gergin hem de komik bir durumdu:). Cahiliyetin verdiği şaşkınlıkla, ayrılık hüznünün verdiği göz kızarıklığı beni diğer yolculardan epey ayırıyordu aslında. Nitekim bir cumartesi günü yurt dışına giden uçakta, böyle aman ayrıldık, aman folloş olduk diye düşünen abiler ablalar olmuyo. Bundan ziyade, ya kalbur üstü giyimli iş gezilerine giden herifcikler, ya da "ulan biraz daha para yapsam da öyle dönsem ülkeye" diyen neidüğü(bu nasıl yazılır ki? :) belirsiz gurbetçilerimiz oluyo.

 Havaalanı beklentilerimden çok iyiydi bir kere. Söz konusu olan havalanı Esenboğa pek tabii. Sözüm ona geniş güvenlik bariyerini aştıktan sonra girebildik dış hatlar kısmına. Dünyanın en garip ülkesinden yurtdışına gidebilmek için bir harç verilmesi gerekiyo. Ulan mantıken, bu ülkeye gelen adamlara para vermek lazım, giderken para alıyo bizimkiler. Neyse, yatırdık harcımızı ve bütün yolculuğun en cool tabiri olan check-in yapmaya gittik. Bavulu tartıcaklar da söz konusu sınırların üstündeyse para falan alıcaklar. Bir daha uzuunca bir süre göremeyeceğim valizimi yürüyen yola koydum, evet bant diil, yürüyen yol, bu da türkçe ye armağanım olsun. Ardından pasaport kontrolüne doğru mehteran takımı usulü iki ileri bir geri gitmeye koyuldum. Polis abimiz belli ki içinden of ulan bizimkiler kahvaltı yapıyodur, benim haftasonu sabahın köründe ne işim varki burda falan diyodu, üç beş dünya saçması soru sorduktan sonra beni içeri aldı. Böyle yerlerin genel kuralı vardır, kalabalığı takip ediceksin. Bu arada şu an düşündüm de aslında kalabalık diye bi balık cinsi olabilirmiş. Neyse, konumuz bu değil. Tam bekleme odasının önündeyiz ki, "bağırma ulan! bağırma!" nidaları eşliğine bağırışan güvenlikçi abilerimizin kavgası başladı. Bağırma ulan lar maksimuma ulaştı ve sonra yavaşça kısılmaya başladı. Aynı yerde bir kez daha güvenlik kontrolünden geçtik.

Dünya saçması bir şeyi paylaşmak istiyorum bu noktada seninle sevgili okur. Çantamın içinde laptop varken, bu x-ray cihazından çantayı geçiriyolar alarm ötüyo, çıkartıp zorla plastik kaba koyduruyolar. Niye öyle yapıyolar lan? Ne alaka? Yine aynı yerden geçiyo bütün eşyalar. Allah allah.

Neyse, tecrübeli yolcular kendilerini hemen belli ediyor bu arada böyle yerlerde giydikleri eşorfmanlarla. Ben ve benim gibi gurbetçi luzırlar ise kemerlerini çıkarıp takmakla belli ediyor hemen kendini. Bu güvenlik koridorunu da geçtikten sonra yine beklemeye başladık. Bu sefer dünyanın en tribal hostesi biletlerimize bir şeyler yaptı, o süreçte kadının bile ne yaptığını anlamadığını düşünmekteyim. Kapıların açılmasının ardından uçağımıza doğru yola çıktık.

Uçak dediğin şey, bildiğin otobüsün havada uçanı arkadaş ben bunu anladım ilk girişte. Evet, dünyanın en yüzeysel insanıyım kabul, ama öyle valla. Yani tek fark muavin yerine hostes olması, bi de kanatlar. Yolculuk başlamadan evvel, kemerlerin nasıl takılıp acil durumlarda üzerimize ne giyip ölüceğimize ilişkin ufak teatral bi gösteri sundu iki tane hostes. Hakikatten merak ediyorum hiç o can yelekleri sayesinde kurtulan var mı bi uçak kazasından. Acayip. Anonsları İstanbul türkçesiyle okuyan hostes, Adanalı ingilizcesiyle devam etti. Türk hava yollarında yabancı yolcu sıçar, ben bunu bilir bunu söylerim. 4 saatlik uçuşun en keyifli anları iniş ve kalkıştı. Onun dışında manzara da falan da bi numara yok. Ulan Amsterdam'a gidiyoruz nerde tırt Avrupa ülkesi var onun üstünden geçti uçak. Sırbistan, Macaristan, Hırvatistan falan, böyle saçma yerler gördüm 4 saat boyunca.

Şehirlerin gelişmişliğini 25000 feetten anlamanın tek yolu, futbol stadyumlarına bakmaktı. Öyle yaptım ben de. Bir tanesi hakkında sağlıklı yorumum var mı peki? Yok. Yanımda Hollandalı bir çift oturmaktaydı ve bütün mizah anlayışları kadının adamın poposunu sıkıp "ooh" demesiydi. Ben hiç anlamadım. Onların da birbirlerini anladıklarını sanmıyorum ama değişik bir iletişim yolu bulmuşlar:).

 İnerken pilotumuz, uçağın kanadını denize deydirme tribine girdi ya da ben öyle sandım. Shipol havaalanına inişimiz baya keyifliydi. Beklenen saatten yarım saat geç vardığımız için havaalanına yusuf yusuf un bir üst kademesi olan götüm götüm şekilde valizimi almaya koştum. Bagaj yerine geldiğimizde olay baya enteresan geldi bana. Bagajımı almak için, Hollanda'ya giriş yapmam gerekiyordu. Bi tane polise sordum. İlk ingilizce konuşmam orda oldu, kendimi amerikalı gibi hissettim öyle akıcı konuştum. Tamam itiraf ediyorum, söyliceklerimi yaklaşık on kez içimden tekrarlamıştım ama olsun, güzeldi o :D. Polis bana valizim alabiliceğimi zaten transfer için de almam gerektiğini söyledi. Herkesle birlikte sıraya girdim. Sıra bana geldiğinde, kendimi herhangi bir soruya hazırlamamıştım. Adamın ilk cümlesi de buranın US olmadığının farkında mısın oldu. Yok abi dedim, burası Amasya değil mi dedim. Demedim. Ama keşke deseymişim. Gerçi adam anlamazdı, Amsterdam Amasya laf esprisini ama olsun. Neyse efenim, konumuz bu değil.

İngilizcede en zor an, kontra cevabı aldıktan sonra senin de bi kontra yapman gereken andır. İşte o 3 saniyelik konuşmada ben bunu yüzlerce kez yaşadım ve adam hiç bir şey açıklamadan bana oraya giremeyeceğimi anlattı. Cümlesinin sonuna doğru bi upstairs duydum bi de bi kapı ismi söyledi. Şaşkınlıkla uzaklaşırken doğru üst kata koştum. Dediği kapıda harbiden de benim Amerika'ya uçacağım şirketin yazıhanesi vardı. Evet, ben buyum, Amsterdam Shipol havaalanındaki Amerika'nın en büyük havayolu firması olan Delta'nın ofisi olamaz, o yazıhanedir. O kadar. Appiah'ın teyzesi olabilicek zencilikte ve dünyanın en beyaz ellerine sahip bir hatun bana saolsun yardım etti ve bagajı onların alacağını zaten normalde de hep onların aldığını anlattı. Onu anladım bak enteresandır. Lakin uçağıma yarım saat kalmıştı ve Esenboğa'da yaşadığım süreci yaşamaya bekleme odasına doğru gittim.

Hiç bir ülkede böyle bir şey yokken, Amerika ya giden uçakların bekleme yerinde bir sürü memur vardı. Bu adamlar sizi sırayla alıyolar ve saçma soruların ardından içeri kabul ediyolar. Benimki uzun boylu sırık bi elemandı. Merhaba dedi r'ye vurarak, gaza geldim meraba, naber? diye çıkıştım adama. Adam da anlam veremeyip haliyle Are you from İstanbul dedi, not İstanbul, it is Anamur dedim yine anlamadı. Benim surat kırmızıya çalmaya başlamıştı ki pasaporttaki Microsoft yazısını gördü, ve içeri aldı beni. Esenboğa'da yaşadığım güvenlik koridoru mallığını ve kemer çıkarıp takma erotizmini yaşadıktan sonra uçağın kalkış zamanını beklemeye başladım. Orada bir ailenin sabah gazetesi okuduğunu farkettim. Bildiğin Türkler anlıcağın sevgili okur, ama o kadar iğrenç ve kokoş görünüyolardı ki içimden keşke mozambikli olsaymışım diye geçirdim. Uçağa Ankara'dakine benzer bir koridordan geçerek bindik. Devamı için.. Yol-2

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder