21 Haziran 2010 Pazartesi

her yeni başlangıç bi son mu olucak ulan illa?

Üzgünüm sevgili okur, ihmal ettim seni. Beni de burda ihmal ediyorlar ama, aldırma. Evet, üçüncü haftama girmiş bulunmaktayım geçen sürede. Pazartesi sendromunu henüz atlatmakta olan vücudum, salının hazırlığının derdine düştü bile. Kaçırdım aklımı vücudumdan, koştum bişiler yazmaya, fena mı?

Kaldığımız yerden alalım. O ilk gecenin uykusu sabah 5 de jetlag in bana selamıyla kesildi malesef. Pörtlek gözlerle uyanıp, anlamaya çalıştım etrafı. Bilgisayarı açtım en tanıdık o var diye, başka tanıdık var mı ona bakmaya... Yoktu kimsecikler dünyanın öteki ucunda. Her ne kadar devam etmeye çalışsam da kaldığım yerden, bu sefer belimdeki sızı izin vermedi. Çarşafsız bir şekilde yatılan ilk gecenin ardında bıraktığı iz, bel ağrısı oldu anlıcağın sevgili okur. Yatak kırık diye bir işaret almıştım önceden, ama ciddiye almamıştım nedense.Tabi sonraları kırık yatağın bir üşengeçlik sanrısı olduğunu, kırılma denen şeyin aslında bir çıkmadan ibaret olduğunu anladım, zaman kendime yatağın altını açacak kadar güvenmeme müsaade ettiğinde elbet.. Güzelim pazar günü, ev arkadaşımın uyanmasını eblek eblek bekleyerek ve kayıp bavulumun elime ulaşmasını umarak geçti.

Microsoft'ta ilk gün, bünyedeki "noluyor lan?" korkusunu tetikledi. Saat 9:30 da başlıcak oryantasyona saat 8 de giderek mallıklardan mallık beğeniyordum ki, içten içe, aslında tek seferde Microsoft'u hiç bilmediğim ülkenin hiç bilmediğim kentinde, haritasız bulmanın gururunu yaşıyordum. Seattle da gördüğüm belirsiz sayıdaki şaşılardan biriyle muhabbet ettik bi süre. Gerçi o sordu ben söyledim, henüz soru sorucak kadar iyi bi İngilizcem yoktu, takdir edersiniz ki what time is it le, what is your favorite team? le olmuyo bu işler. Oryantasyon günü başladı. Ne yapıcağımız, bundan sonraki adımın ne olucağı tek tek belirtilmekteydi. Kader şu ki, 50 kişinin üzerindeki oryantasyon grubunda Amerika'lı olmayan tek kişi bendim, evet alnımda Niyazi yazmaktaydı. Millet s'up dude? gibi zenci muhabbetlerine girerken, benim iletişimim good, yes, no lardan ibaretti. Ortamdaki Stanford'lı MIT'li ve bilimum tabiri caizse t....lı(terbiyeli oldum şimdi) üniversiteli gençlerin arasında, yer yer sırıtarak, yer yer sempatik yüzümle kendimi belli ediyordum. Yıllar yılı gözümüzde büyütmüşüz, özünde hepsi çemçük, ben bunu gördüm arkadaş. Ananası beleş görünce hepsine saldıranı mı dersin, herkesin adını öğrenip kağıda yazanı mı dersin, sürekli başımızdaki HR la türlü diyalog içine girmeye çalışanı mı dersin; geçiceksin bunları arkadaş, Türkiye'de yapsa biri, rezil rüsva ederiz. Ellemedim, ellicek güvenim yoktu henüz :D Çoğunluğu gözlem olmakla birlikte ilk günün kayıt işlemlerini konferanslarını dinlemenin ardından, herkes kendi binasına gidicekti. Ama güzel şansım yaver gitmeye devam ediyodu, Ranjesh -ki kendisi mentörüm olur- beni almaya gelmiş. Arabasıyla binaya kadar götürdü. Koca binadaki tek stajyer de benim. Ona ne demeli?

Niyazi'nin maceraları sonraki yazılarda devam ediyor sevgili okur.. Üstelik her şey daha kolay şimdilerde.

13 Haziran 2010 Pazar

ilk gece evde

Taksiden inişim beni direk evle karşılaştırdı. O ana kadar bütün ev adresi verişlerimde gereksiz yeri Apt numarasını vermekteydim. Fakat evi görünce insan olayı anlıyo. Benim apartman numarası sandığım şey aslında kapı numarası, ve bunu aslında hiç bir taksicinin bilmesine gerek yok, hele de Etiyopya'lıysa. Apartman otelden hallice. Aslında düşündüm de ben öyle otel de görmedim. Neyse efendim, şimdi yıllarıdır alışık olduğumuz, apartman kapısı, ardından geçilen koridor, sonra apartmanın ortasındaki merdiven boşluğu ve çıkılan merdivenler, burda kendisini daha efektif bir çözüme modifiye etmiş. Merdiven boşluğu olmayan bu apartman da merdivenler dışarıda, herkesin kapısı dışarıya bakıyor bir nevi. Evimiz her ne kadar 3.kat olarak kendini ifade etse de kot farkından dolayı birinci kata denk gelmekteydi. Ama halihazırda bünyem, bunun altı garaj soğuk olur kışın, ısınma problemi vardır kesin, kuzeye mi bakıyo lan yoksa gibi endişeleri kaldırabilicek durumda değildi. Boşverdim.

Eve gelir gelmez tabi, Emre'yi(ev arkadaşım) evi temizlerken buldum. Yerine geçtiğim adam, sanırım biraz aceleyle çıkmak zorunda kaldığından odayı falan bok götürüyodu. Sıkıntı etmedim, zaten herhangi bir şeyi sıkıntı edebilecek konumda değildim deplasmanda oynarken hayatımı. Bavulumun yokluğu, evde yapabileceğim şey sayısını oldukça kısıtlamaktaydı. Emre direk dışarı çıkardı beni o yüzden. Baya yürüdük, en azından bana öyle geldi. Seattle sanırım benim gelişimin şerefine bulutlarını hava almaya başka eyaletlere göndermişti. Güneş en güzelinden esen hafif rüzgarsa en tatlısındandı.

Burda bir çok şeyin kısaltması daha makbul. Bana ne kadar University of Washington demek çok afili gelse de, bilinen ismi U-Dab(Yudeb), anlıcağınız üzere okunuşundan ileri gelen sempatik bir kısaltma. Okulun mimarisi, benim Amerika ile ilgili gelmeden önce zihnimde kurduğum "ulan göçmen Avrupa'lılar yapmış işte, yapaydır orası, dandiktir orası" gibi önyargılarımı yıktı. İnanılmaz bir mimarisi ve zekice kurgulanmış bir kampüs yapısı vardı okulun. Yine güzel ülkemizden farklı yanı, okulun bütün halka açık olmasıydı. Üniversite diyince akla gelen en önemli imgelerden biri olan dikenli teller, "ulan nası giricem  ben buraya" gerilimleri sanırım insanların hayatında hiç gerçek olmamıştı. Yani aynı senin benim gibi bir adam, istediği gibi okulun kütüphanesine girebilmekte, istediği gibi kampüsün türlü nimetinden yararlanmakta. Kimsenin bizim hocayı bombalarlar hacı, riske girmeye gerek yok, kimlik soralım endişesi yoktu. Bütün üniversiteyi şöyle kısaca gezdikten sonra, Emre beni kendi doktora arkadaşlarıyla tanıştırdı. Uzak doğulu öğrencilerden kurulu inanılmaz sempatik bi ekiplerdi. Hepsiyle merabalaşıp benim anlamadığım ama benim de güldüğüm espriler yapıldıktan sonra yürüyüşümüze devam ettik.

Göle doğru gitmenin yapılabilicek en doğru şey olduğunu düşünüyordu Emre, ki haklıydı da. Seattle içinde istemediğiniz kadar suyun bulunduğu bir şehir. Bir sürü göl var, e okyanusa da kıyısı var. Daha ne olsun diyor insan. Göle giderken Husky stadını gördük. Amerikan futbolu için düzenlenen stadın kaç kişilik olduğundan emin olmasam da onbinlerce kişilik olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Stad sadece üniversiteye ait. Zaten burda okulların maçları halk arasında da ziyadesiyle ilgi çekmekte, Ayva kupasından daha etkileyici şeyler yapmaktalar. Gölün kenarına gittiğimizde esasen biraz hayal kırıklığına uğradım. Sandığımdan pek daha tırttı o açılardan manzarası. Tabii şimdiler de gölün ne kadar harika yerleri olduğunu bilmekteydim ama o gün o kadar etkileyici gelmedi.

Trafikle ilgili söylenicek çok şey var aslında. Burda bir çok insan bisiklet kullanmakta, ama öyle mavi bisan falan diil, ya da afili amortisörlü bianci ler de diil. İşlerine ne yarıyosa o, alıyolar çantalarına kıyafetlerini, giyiyolar üstlerine sadece bisiklet için yapılmış özel giysilerini, takıyolar kasklarını paşalar gibi gidiyolar istedikleri yere. Bütün otobüslere bisikletinizi koyabiliyosunuz, adamlar bunun için de özel bir yer yapmışlar otobüslerinin önüne. Aslında biraz devlet tarafından halka nasıl yaşamaları gerektiğinin empoze edildiğini söylemek de mümkün. Hoşuna gidiyor insanın yine de böyle insanları görmek. Trafiğin en önemli kuralı, trafik ışıkları... Hele ki yaya varsa ortalıkta bir yerde. Ben alışık olduğumdan ötürü karşıya geçiceğim zaman çaprazlamak istiyorum yolu, ya da araba yoksa ışığı beklemek istemiyorum, varsa bile beklemek istemiyorum ama hayat böyle yaşanmıyor burda. Herkes birbirine saygılı, herkes yapması gerekeni yapıyor. Yine sorgulamalar geliyor tabi zihnime hayran olmanın hemen sonrasına. Bütün bu kurallar bu insanların hayatlarında ne kadar yer kaplıyor? Herkesin ne yapması gerektiğine dair çizilmiş çizelgeler kimlerin odasında saklanıyor? Geçiştiriyor ama zihnimdeki karmaşayı uzun süredir karasuların içinde cebelleşen ayaklarım.

Sonunda eve doğru çıkarken, artık sırtıma yapışmış olan midem Emre'nin yemek teklifiyle can buluyor. Herhangi bir restoranın önünden geçerken aldığım bütün kokulardan nefret ettim burda. İlk günde olabilecek en hafif yerin Thai restoranı olduğunu söylüyor Emre. Aç kalsam ne yapabileceğime dair hiç bir fikrimin olmadığı bu ülkede, siparişleri ev arkadaşım söylüyor. Koku fazlasıyla ağır, ama mekan çok güzel. Yemeği açlığımın hatrına yiyorum çaktırmadan tiksinerek. Bahşişimizi de usüllere uygun ölçüde bırakıp eve doğru dönüyoruz. Jetlag, yol yorgunluğu, üstüne onca gezi ve de yemek bünyemin iflasına dair açıklayıcı şeyler. Çok fazla konuşamadan. Nevresimsiz, ortası çökmüş yatağıma sızıyorum. İlk gün hakkında ufacık bir düşüncem bile yok hala. Hayata dair aktif rolü alamamış halde yarın olsun diye dua ediyorum 9 sularında yerel saatle.. Ha, PM.

12 Haziran 2010 Cumartesi

Yol-2

Uçağa biner binmez cumhuriyetçi teyzeler karşıladı beni hostes kostümüyle. Evet sevgili okur, ülkemizde her türlü mitinglerde ön saflarda görüğümüz, ellerindeki bayrakları büyük bir tutku ve istikrarlı bir ritmsizlikle sallayan, kısa boylu, yapma sarı saçlı teyzelerin Amerika versiyonları Delta firmasında hosteslik yapmaktalar. Anlaşılan ülke bu insanları kovamayınca, en azından sık sık giderler diye bunları hostes yapmış. Enteresan.

Uçağa girdiğinizde sizi business class'ı görüyorsunuz önce, ama gördüğünüz şeyin ne olduğunu anlamanız için daha önce uçağa binmiş olmanız gerekiyor. Tabiri caizse malak malak ilerlerken, vay be adamlar yapmış ulan modunda adeta bir varan otobüs koltuğu olan koltukları inceliyor ve üstlerine konulan devasa yastıklarla koltukların arasındaki kocaman boşluklara hayran kalıyordum. Ne zamana kadar? Uçağın geri kalanındaki Metro otobüsüyle yüzleşene kadar. Yaklaşık 15 sıra geçtikten sonra, kendimi ait olduğum yere, orta sınıfa atmış bulundum.

Epey arkalardaydı koltuğum. Koltuğa gittiğimde tam yanımda, şu ana kadar neredeyse en çok vatandaşını gördüğüm milletten Hindistan'dan bir ablamız oturmaktaydı. Müsaade isteyip geçtim cam kenarı yerime. Sinir bozucu ilk şey önümdeki koltukla aramda herhangi hava boşluğunun dahi olmamasıydı. Öyle ki, servis masasını açtığımda kaburgamın tam altına cuk diye oturuyordu. Kendi tasarrufum ve "zekice" seçimim olan cam kenarı yer bu sefer beni bunaltmaktaydı. Bu sefer hiç öyle tiyatral hareketler olmadı ölmeden önce yapmamız gerekenler adına. Okyanusun üzerinden gidiceğimizden uçağa bişey olursa nelerle karşılaşabileceğimiz konusunda kimsenin şüphesi yoktu. Kibarca, fantastik bir ölüm istiyorsanız, arkanızdan "yine de denedi" desinler istiyosanız can yelekleriniz koltuğun altında uyarısı yapıldı.

Uçağın garip yanlarından biri televizyonlu olmasıydı. Yalnız garip olan şu ki, arka arkaya olan 3 televizyonun renkleri sanki kasıtlı yapılmışcasına farklıydı. Bana en yakın televizyonda, beyaz olan adam, üçüncü televizyonda zenci görünüyordu. Yine yakın olanda zenci olan, uzak olanda gölge olarak görünüyordu. Şaşırdım tabi ama, ses etmedim. Zaten İngilizce bununla ilgili nükteli espri nasıl yapılır bilmiyorum, bilmeme de gerek yok. Yolculuk başlar başlamaz, kendimizi okyanusun üzerinde bulduk. Alt tarafa dair ilk bir kaç saatte genişçe bir mavilik dışında başka bir gözlem yapma imkanım yoktu.

Cumhuriyetçi teyzeler, birbirleriyle yarışırcasına bir servis telaşına büründüler, kaptan pilotun otobana kırmasına mutabık. Yaklaşık 10 gramlık fıstık servisi, bir çok insan için altın değerinde olurken, her Anamur'dan gelişimde 2 kilo kavrulmuş fıstıkla gelip bir haftada tüketen ben için çok da bir şey ifade etmedi. Yanımdaki hatunun nasıl bir uykusu vardı bilmiyorum, ben o gürültüde bir insanın uyuyabileceğine de inanmıyorum. Ama bir horlamadığı kaldı sağolsun.

Yolculara ilişkin en farklı detay, yaklaşık 4 sıra önümde her bir saatte kendi kendine koltuğundan kalkıp, dans ederek egzersiz yapan ve etrafa alık alık bakan teyzemizdi :). Bir ara kaptan uçağı yükseltirken uyuyakaldı falan sanırım ki, alttaki dünya bir anda bulutlar ülkesine dönüştü. Evet, normalde de bulutlar üzerinde seyrettiğimizin farkındayım, ama bu sefer, bulutlara bile sanki orası zeminmiş gibi uzaktan bakıyorduk.

Buluttan nehirler, buluttan yanar dağlar gördü gözlerim. Sanki altında hiçbir şey yokmuşcasına, sanki meleklere ev sahipliği yapıyormuşcasına bir dünyadan bahsediyorum. Kalbim titredi. Güneş yanaklarımı yakarken, alttaki bulutların soğukluğu uçağın kenarındaki metalden deyiyordu tenime. Bütün dünya siyahken, her şeyden beyaz bir örtü vardı üzerinde. Çelişki insanı kendine hayran bırakıyor. Bu çok saçma ve o kadar da düzeni açıklayıcı bir gerçek olsa gerek. Amerika'ya yol almaya başlamadan önce uçak ücretlerini bakıp, Amerika'nın ucunu bucağını gezme hayallerimin bir kısmını aldığım rafa geri bırakmıştım. Bu yüzden niyetim, uçaktan bakmaktı Amerikan şehirlerine, çünkü düz mantıkla Amsterdam'dan Seattle'a çizdiğim çizginin altında bir çok güzel şehir kalmaktaydı. Fakat düşünmediğim bir gerçek, oldukça yuvarlaktı. Dünya. Yuvarlak bir dünyada düz çizgilerin hiç bir anlamı yok. Varsa da, hayallerde kalıyor.

Gelmek istediğim nokta, aslında gelmek istemediğim bir nokta olduğundan lafı uzatıyorum. Uçak 10 saat boyunca kutuplardan gitti sevgili okur. Seattle'a inene kadar, tek bir şehir görmedim. Buzullar, buzul dağları, penguenler, kutup ayıları, eskimolar vs. vs. Atıyorum ulan, ne eskimosu ne pengueni. Kutup ayısına da en çok benzeyen şey, ön koltuğumda sürekli bira içen yarmaydı. Paso buzul vardı işte. O on saati nasıl geçirdim, o yemek diye verdikleri tavuğu nasıl yedim, o dünyanın en absürd müziklerini nasıl dinledim bilmiyorum, ama bitti bir şekilde.

Ve indik Seattle'a. Uçaktan inişin ardından, yine her zamanki gibi kalabalığı takip ettim. Ülkeye girişte parmaklarımdaki yemek artıklarını iz olarak verdiğim kapıları geçmemin hemen ardından bavulumu beklemeye başladım. Plan şu ki, bavulumu alıcam, beni bekleyen iki insanı bulucam, onlara hediyelerini sunucam ve onlar da beni eve bırakıcaklardı. Ama eğer siz natural born loser'sanız, hayat size hiç bir zaman istediklerinizi sunmaz. Bavulum çıkmadı sevgili okur. Ve beni bekleyenlerin olduğu yere gitmem lazım! Ne yapıcam, doğru sordum nerde bavulum diye. Yukarı çık, yukarda baggage claim var orda bekle dediler. Nitekim, baktım ki bir sürü insan benimle aynı durumda, haliyle içim rahatladı. Gel gör ki benim bavul ordan da çıkmadı.

İşin mantıksız yanı, beni bekleyen insanların bendeki telefonu yok. Niyeyse, ellerinde kocaman bir karton üzerinde parlak "Aykut" yazısıyla gezmelerine dayandırmışım bütün planlarımı. Döverim ben kendimi. Hakikatten bak. Delta'nın ofisiyle konuştuktan sonra, bagajımın Amsterdam'da ot içerken uyuyakaldığını öğrendim. Kendine gelince getiricez dediler, eyvallah dedim. Bu baggage claim'e giderken, abuk subuk bir sürü yerden geçtik, geri dönmenin imkanı da yok, telefon da yok. Ne yaparsın? Açtım laptopu mail attım, belki böyle teknolojik gereçleri vardır falan diye. Yarım saat kadar turist ömer kılığında beklememin ardından artık taksinin en doğru seçenek olacağına karar verdim. Elimde bir adres var, ama benim için adres hiç bir şey ifade etmiyor.

Taksinin yanında beni bir -Arda'nın tabiriyle- Appiah karşıladı. İçeri kendimi atar atmaz hiç bir şey demeden adresi söylemeye başladım. Adam bi ov ov ov ov yaptı. Ne oluyo derken, emniyet kemerini takmamı istedi. İyi de arka koltuktan oturuyorum ulan. TEV için isyan eden abinin neler yaşadığını anlayarak taktım emniyet kemerimi. Ardından bir kez daha saymaya başladım çatır çatır adresi, ama adamı hiç dinlemiyorum, anlamıyorum da zaten. En sonunda 4. kez ben adresi baştan alınca adam artık navigasyon cihazına girdi adresimi. Adamın zaten tipinden belliydi sempatik olduğu, ama bu kadarını beklemiyodum. Kısacık bir sessizliğin ardından hemen nereli olduğumu sordu. Ben de Adanalıyık, Allahın adamıyık dedim. Yok demedim, ama desem de komik olurmuş. Anlamazdı gerçi, neyse. Benim nereli olduğumu öğrenmesinin ardından birlikte girdiğimiz bu sefer daha uzun sessizliği, sence ben nereliyim diyerek kesti. Etiyopyalıymış arkadaş. Zira eğer Amerika'lılar ingilizceyi öyle konuşuyor olsaydı, bize başka bir dili ingilizce diye yutturduğunu düşünecektim hocaların. Tayyip'e kadar gereksiz bütün muhabbetleri ettik eve varıncaya dek. Sonunda uzuun yolculuk bitmiş, eve adımımı atmıştım. Gözlerim şiş, üstüm başım dağılmış ve bavulum kaybolmuş bir halde...

8 Haziran 2010 Salı

Yol-1

En son hatırlamadığım kadar küçük yaşta bindiğim uçağa bu sefer hiç bilmediğim bir ülkeye giderken binecek olmak hem gergin hem de komik bir durumdu:). Cahiliyetin verdiği şaşkınlıkla, ayrılık hüznünün verdiği göz kızarıklığı beni diğer yolculardan epey ayırıyordu aslında. Nitekim bir cumartesi günü yurt dışına giden uçakta, böyle aman ayrıldık, aman folloş olduk diye düşünen abiler ablalar olmuyo. Bundan ziyade, ya kalbur üstü giyimli iş gezilerine giden herifcikler, ya da "ulan biraz daha para yapsam da öyle dönsem ülkeye" diyen neidüğü(bu nasıl yazılır ki? :) belirsiz gurbetçilerimiz oluyo.

 Havaalanı beklentilerimden çok iyiydi bir kere. Söz konusu olan havalanı Esenboğa pek tabii. Sözüm ona geniş güvenlik bariyerini aştıktan sonra girebildik dış hatlar kısmına. Dünyanın en garip ülkesinden yurtdışına gidebilmek için bir harç verilmesi gerekiyo. Ulan mantıken, bu ülkeye gelen adamlara para vermek lazım, giderken para alıyo bizimkiler. Neyse, yatırdık harcımızı ve bütün yolculuğun en cool tabiri olan check-in yapmaya gittik. Bavulu tartıcaklar da söz konusu sınırların üstündeyse para falan alıcaklar. Bir daha uzuunca bir süre göremeyeceğim valizimi yürüyen yola koydum, evet bant diil, yürüyen yol, bu da türkçe ye armağanım olsun. Ardından pasaport kontrolüne doğru mehteran takımı usulü iki ileri bir geri gitmeye koyuldum. Polis abimiz belli ki içinden of ulan bizimkiler kahvaltı yapıyodur, benim haftasonu sabahın köründe ne işim varki burda falan diyodu, üç beş dünya saçması soru sorduktan sonra beni içeri aldı. Böyle yerlerin genel kuralı vardır, kalabalığı takip ediceksin. Bu arada şu an düşündüm de aslında kalabalık diye bi balık cinsi olabilirmiş. Neyse, konumuz bu değil. Tam bekleme odasının önündeyiz ki, "bağırma ulan! bağırma!" nidaları eşliğine bağırışan güvenlikçi abilerimizin kavgası başladı. Bağırma ulan lar maksimuma ulaştı ve sonra yavaşça kısılmaya başladı. Aynı yerde bir kez daha güvenlik kontrolünden geçtik.

Dünya saçması bir şeyi paylaşmak istiyorum bu noktada seninle sevgili okur. Çantamın içinde laptop varken, bu x-ray cihazından çantayı geçiriyolar alarm ötüyo, çıkartıp zorla plastik kaba koyduruyolar. Niye öyle yapıyolar lan? Ne alaka? Yine aynı yerden geçiyo bütün eşyalar. Allah allah.

Neyse, tecrübeli yolcular kendilerini hemen belli ediyor bu arada böyle yerlerde giydikleri eşorfmanlarla. Ben ve benim gibi gurbetçi luzırlar ise kemerlerini çıkarıp takmakla belli ediyor hemen kendini. Bu güvenlik koridorunu da geçtikten sonra yine beklemeye başladık. Bu sefer dünyanın en tribal hostesi biletlerimize bir şeyler yaptı, o süreçte kadının bile ne yaptığını anlamadığını düşünmekteyim. Kapıların açılmasının ardından uçağımıza doğru yola çıktık.

Uçak dediğin şey, bildiğin otobüsün havada uçanı arkadaş ben bunu anladım ilk girişte. Evet, dünyanın en yüzeysel insanıyım kabul, ama öyle valla. Yani tek fark muavin yerine hostes olması, bi de kanatlar. Yolculuk başlamadan evvel, kemerlerin nasıl takılıp acil durumlarda üzerimize ne giyip ölüceğimize ilişkin ufak teatral bi gösteri sundu iki tane hostes. Hakikatten merak ediyorum hiç o can yelekleri sayesinde kurtulan var mı bi uçak kazasından. Acayip. Anonsları İstanbul türkçesiyle okuyan hostes, Adanalı ingilizcesiyle devam etti. Türk hava yollarında yabancı yolcu sıçar, ben bunu bilir bunu söylerim. 4 saatlik uçuşun en keyifli anları iniş ve kalkıştı. Onun dışında manzara da falan da bi numara yok. Ulan Amsterdam'a gidiyoruz nerde tırt Avrupa ülkesi var onun üstünden geçti uçak. Sırbistan, Macaristan, Hırvatistan falan, böyle saçma yerler gördüm 4 saat boyunca.

Şehirlerin gelişmişliğini 25000 feetten anlamanın tek yolu, futbol stadyumlarına bakmaktı. Öyle yaptım ben de. Bir tanesi hakkında sağlıklı yorumum var mı peki? Yok. Yanımda Hollandalı bir çift oturmaktaydı ve bütün mizah anlayışları kadının adamın poposunu sıkıp "ooh" demesiydi. Ben hiç anlamadım. Onların da birbirlerini anladıklarını sanmıyorum ama değişik bir iletişim yolu bulmuşlar:).

 İnerken pilotumuz, uçağın kanadını denize deydirme tribine girdi ya da ben öyle sandım. Shipol havaalanına inişimiz baya keyifliydi. Beklenen saatten yarım saat geç vardığımız için havaalanına yusuf yusuf un bir üst kademesi olan götüm götüm şekilde valizimi almaya koştum. Bagaj yerine geldiğimizde olay baya enteresan geldi bana. Bagajımı almak için, Hollanda'ya giriş yapmam gerekiyordu. Bi tane polise sordum. İlk ingilizce konuşmam orda oldu, kendimi amerikalı gibi hissettim öyle akıcı konuştum. Tamam itiraf ediyorum, söyliceklerimi yaklaşık on kez içimden tekrarlamıştım ama olsun, güzeldi o :D. Polis bana valizim alabiliceğimi zaten transfer için de almam gerektiğini söyledi. Herkesle birlikte sıraya girdim. Sıra bana geldiğinde, kendimi herhangi bir soruya hazırlamamıştım. Adamın ilk cümlesi de buranın US olmadığının farkında mısın oldu. Yok abi dedim, burası Amasya değil mi dedim. Demedim. Ama keşke deseymişim. Gerçi adam anlamazdı, Amsterdam Amasya laf esprisini ama olsun. Neyse efenim, konumuz bu değil.

İngilizcede en zor an, kontra cevabı aldıktan sonra senin de bi kontra yapman gereken andır. İşte o 3 saniyelik konuşmada ben bunu yüzlerce kez yaşadım ve adam hiç bir şey açıklamadan bana oraya giremeyeceğimi anlattı. Cümlesinin sonuna doğru bi upstairs duydum bi de bi kapı ismi söyledi. Şaşkınlıkla uzaklaşırken doğru üst kata koştum. Dediği kapıda harbiden de benim Amerika'ya uçacağım şirketin yazıhanesi vardı. Evet, ben buyum, Amsterdam Shipol havaalanındaki Amerika'nın en büyük havayolu firması olan Delta'nın ofisi olamaz, o yazıhanedir. O kadar. Appiah'ın teyzesi olabilicek zencilikte ve dünyanın en beyaz ellerine sahip bir hatun bana saolsun yardım etti ve bagajı onların alacağını zaten normalde de hep onların aldığını anlattı. Onu anladım bak enteresandır. Lakin uçağıma yarım saat kalmıştı ve Esenboğa'da yaşadığım süreci yaşamaya bekleme odasına doğru gittim.

Hiç bir ülkede böyle bir şey yokken, Amerika ya giden uçakların bekleme yerinde bir sürü memur vardı. Bu adamlar sizi sırayla alıyolar ve saçma soruların ardından içeri kabul ediyolar. Benimki uzun boylu sırık bi elemandı. Merhaba dedi r'ye vurarak, gaza geldim meraba, naber? diye çıkıştım adama. Adam da anlam veremeyip haliyle Are you from İstanbul dedi, not İstanbul, it is Anamur dedim yine anlamadı. Benim surat kırmızıya çalmaya başlamıştı ki pasaporttaki Microsoft yazısını gördü, ve içeri aldı beni. Esenboğa'da yaşadığım güvenlik koridoru mallığını ve kemer çıkarıp takma erotizmini yaşadıktan sonra uçağın kalkış zamanını beklemeye başladım. Orada bir ailenin sabah gazetesi okuduğunu farkettim. Bildiğin Türkler anlıcağın sevgili okur, ama o kadar iğrenç ve kokoş görünüyolardı ki içimden keşke mozambikli olsaymışım diye geçirdim. Uçağa Ankara'dakine benzer bir koridordan geçerek bindik. Devamı için.. Yol-2

Ayrılık

Çok kısa özetini veriyim. Zordu. Çok zordu hem de.

Düşünmeyince kaçamıyor insan aslında çoğu şeyden. Kaçtığını zannediyor. Küçücük bir odadasın. Kapılar kilitli. Ayrılıktan kaçıyorsun. O sana dokunmuyor ama, biliyorsun; aynı odada olmanız yeterli.

Sevdicekle başladı her şey.

İki yıla yuvarlaması çok kolay olucak kadar ay geçirdiğim insanla. Hayatımı paylaştığım, hayatını paylaştığım güzel kızla başladı ayrılık sancısı. Onun sesini duyamama ihtimali üstelik bu kadar çok alıştıktan sonra, bu kadar çok sevdikten sonra; ürküttü bünyemi. Kabuğuma çekilmedim, ben kabuk oldum günlerce. Ama bir yerlerde kabulleniyor insan, ayrılıkla aynı odada olduğunu. Sonra hayallere vuruyor insan kendini, hayallerini de geleceğe pek tabi. Sırf kavuşabilmek için ayrılıyor gibi hissediyor erkekle kadın; gözleri parlıyor ufak bir an. Uzun bir an. Kısa bir an. Gözyaşının yan etkisini yediriyoruz birbirimize sevinç diye. İçi sıkılıyor insanın.

Yok, tahmin ettiğin gibi değil. Topraklardan uzaklaşışımda el sallayamadı bu hikayenin kahramanı. Ama ondan uzak, daha da uzaklaşacağımı bilerek yaşadığım günler, eziyetti. Hayat işgencesini darbelerden önce yapıyor insanoğlunun aksine.

"Nasıl yurt dışına gidilir" tecrübesi insanın doğuşundan geliyor galiba. Öyleymişcesine günler geçirdim gitmeden önce. Yıllar boyunca yanlarında olamadığım, ve bu yüzden hep bir yarımın eksik kaldığı ailemleydim son demlerde. Düşünmek zorunda kalıcak kadar yalnız, üzülemicek kadar kadar kalabalıktım. Annemin, babamın bir gözü ağlarken, diğer gözü gülüyor numarası yapıyordu. Yemiyordum. Kimse yemiyordu. Herkesin içi buruktu. Kardeşim benim bir kaç aydır yaptığımı bana karşı yapıyordu, sanki hiç gitmeyecek, hep onun olabilecek gibi davranıyordu bana. Gece yatarken sarıldığında, beni öptüğünde itiraf ediyordu vücudu hüznü. Aldırmadık. Anneannem hiç de mecazi olmayan yaralı kalbiyle bekliyodu gidiceğim sabahı, dedemse gurur duyacağı gerçekleri elde etmenin heyecanıyla.

Zaman herkesten kuvvetli değil mi, bu konuda hiç birimizin bir şüphesi yok. Geçti hiçbir afili cümleye aldırmadan o da. Sabah geldiğinde, tinsel yalnızlığın bütün varlığıma hücum edeceği gerçeği yanında yeni gerçeklerle vurdu yüzüme. Onlara ulaşamayacaktım. Birine bir şey olsa gitme şansım yoktu. Güzel kız'la arama okyanus giricekti. Babamla gurur duyamayacaktım aramızda onbinlerce kilometre varken, annemin sevgisiyle dolmucaktı yüreğim onun sesini duyamazken, ve Arda mutlu edemeyecekti beni, benimle konuşmazken.

Bütün bunların hepsini düşündüm. Evet, bu kadar güçsüzüm. Evet, bu kadar bağımlıyım esasında sevgiye. Vücuduma bağlı bütün ağırlıkların farkına vardım giderken. Benim gibi adamlara kolay olmayacak gitmek. Hiç bir zaman olmayacak. 7 yıldır her sene onlarca kez ayrıldım sevdiklerimden. Ve hala bu kadar korkuyorum gitmelerden. Hala zerre emin değilim dönebileceğime, hala dönmemek fikri vuku bulmadı zihnimde.

Ağladım bebeler gibi. Baya, zırıl zırıl hıçkıra kıçkıra ağladım. Üç ay ulan altı üstü, geri dönücem, hiç kimse beni unutmucak, ben kimseyi unutmucam, kendim için güzel bir şey yapıp dönücem. Hepsi bu yani olan bitenin de. Yok ama, ben ağladım. Çok yorgunum vedalardan. Çok sıkılıyorum uzaklaşmaktan.

Zordu ayrılık. Epey zordu anlıcağın.