13 Haziran 2010 Pazar

ilk gece evde

Taksiden inişim beni direk evle karşılaştırdı. O ana kadar bütün ev adresi verişlerimde gereksiz yeri Apt numarasını vermekteydim. Fakat evi görünce insan olayı anlıyo. Benim apartman numarası sandığım şey aslında kapı numarası, ve bunu aslında hiç bir taksicinin bilmesine gerek yok, hele de Etiyopya'lıysa. Apartman otelden hallice. Aslında düşündüm de ben öyle otel de görmedim. Neyse efendim, şimdi yıllarıdır alışık olduğumuz, apartman kapısı, ardından geçilen koridor, sonra apartmanın ortasındaki merdiven boşluğu ve çıkılan merdivenler, burda kendisini daha efektif bir çözüme modifiye etmiş. Merdiven boşluğu olmayan bu apartman da merdivenler dışarıda, herkesin kapısı dışarıya bakıyor bir nevi. Evimiz her ne kadar 3.kat olarak kendini ifade etse de kot farkından dolayı birinci kata denk gelmekteydi. Ama halihazırda bünyem, bunun altı garaj soğuk olur kışın, ısınma problemi vardır kesin, kuzeye mi bakıyo lan yoksa gibi endişeleri kaldırabilicek durumda değildi. Boşverdim.

Eve gelir gelmez tabi, Emre'yi(ev arkadaşım) evi temizlerken buldum. Yerine geçtiğim adam, sanırım biraz aceleyle çıkmak zorunda kaldığından odayı falan bok götürüyodu. Sıkıntı etmedim, zaten herhangi bir şeyi sıkıntı edebilecek konumda değildim deplasmanda oynarken hayatımı. Bavulumun yokluğu, evde yapabileceğim şey sayısını oldukça kısıtlamaktaydı. Emre direk dışarı çıkardı beni o yüzden. Baya yürüdük, en azından bana öyle geldi. Seattle sanırım benim gelişimin şerefine bulutlarını hava almaya başka eyaletlere göndermişti. Güneş en güzelinden esen hafif rüzgarsa en tatlısındandı.

Burda bir çok şeyin kısaltması daha makbul. Bana ne kadar University of Washington demek çok afili gelse de, bilinen ismi U-Dab(Yudeb), anlıcağınız üzere okunuşundan ileri gelen sempatik bir kısaltma. Okulun mimarisi, benim Amerika ile ilgili gelmeden önce zihnimde kurduğum "ulan göçmen Avrupa'lılar yapmış işte, yapaydır orası, dandiktir orası" gibi önyargılarımı yıktı. İnanılmaz bir mimarisi ve zekice kurgulanmış bir kampüs yapısı vardı okulun. Yine güzel ülkemizden farklı yanı, okulun bütün halka açık olmasıydı. Üniversite diyince akla gelen en önemli imgelerden biri olan dikenli teller, "ulan nası giricem  ben buraya" gerilimleri sanırım insanların hayatında hiç gerçek olmamıştı. Yani aynı senin benim gibi bir adam, istediği gibi okulun kütüphanesine girebilmekte, istediği gibi kampüsün türlü nimetinden yararlanmakta. Kimsenin bizim hocayı bombalarlar hacı, riske girmeye gerek yok, kimlik soralım endişesi yoktu. Bütün üniversiteyi şöyle kısaca gezdikten sonra, Emre beni kendi doktora arkadaşlarıyla tanıştırdı. Uzak doğulu öğrencilerden kurulu inanılmaz sempatik bi ekiplerdi. Hepsiyle merabalaşıp benim anlamadığım ama benim de güldüğüm espriler yapıldıktan sonra yürüyüşümüze devam ettik.

Göle doğru gitmenin yapılabilicek en doğru şey olduğunu düşünüyordu Emre, ki haklıydı da. Seattle içinde istemediğiniz kadar suyun bulunduğu bir şehir. Bir sürü göl var, e okyanusa da kıyısı var. Daha ne olsun diyor insan. Göle giderken Husky stadını gördük. Amerikan futbolu için düzenlenen stadın kaç kişilik olduğundan emin olmasam da onbinlerce kişilik olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Stad sadece üniversiteye ait. Zaten burda okulların maçları halk arasında da ziyadesiyle ilgi çekmekte, Ayva kupasından daha etkileyici şeyler yapmaktalar. Gölün kenarına gittiğimizde esasen biraz hayal kırıklığına uğradım. Sandığımdan pek daha tırttı o açılardan manzarası. Tabii şimdiler de gölün ne kadar harika yerleri olduğunu bilmekteydim ama o gün o kadar etkileyici gelmedi.

Trafikle ilgili söylenicek çok şey var aslında. Burda bir çok insan bisiklet kullanmakta, ama öyle mavi bisan falan diil, ya da afili amortisörlü bianci ler de diil. İşlerine ne yarıyosa o, alıyolar çantalarına kıyafetlerini, giyiyolar üstlerine sadece bisiklet için yapılmış özel giysilerini, takıyolar kasklarını paşalar gibi gidiyolar istedikleri yere. Bütün otobüslere bisikletinizi koyabiliyosunuz, adamlar bunun için de özel bir yer yapmışlar otobüslerinin önüne. Aslında biraz devlet tarafından halka nasıl yaşamaları gerektiğinin empoze edildiğini söylemek de mümkün. Hoşuna gidiyor insanın yine de böyle insanları görmek. Trafiğin en önemli kuralı, trafik ışıkları... Hele ki yaya varsa ortalıkta bir yerde. Ben alışık olduğumdan ötürü karşıya geçiceğim zaman çaprazlamak istiyorum yolu, ya da araba yoksa ışığı beklemek istemiyorum, varsa bile beklemek istemiyorum ama hayat böyle yaşanmıyor burda. Herkes birbirine saygılı, herkes yapması gerekeni yapıyor. Yine sorgulamalar geliyor tabi zihnime hayran olmanın hemen sonrasına. Bütün bu kurallar bu insanların hayatlarında ne kadar yer kaplıyor? Herkesin ne yapması gerektiğine dair çizilmiş çizelgeler kimlerin odasında saklanıyor? Geçiştiriyor ama zihnimdeki karmaşayı uzun süredir karasuların içinde cebelleşen ayaklarım.

Sonunda eve doğru çıkarken, artık sırtıma yapışmış olan midem Emre'nin yemek teklifiyle can buluyor. Herhangi bir restoranın önünden geçerken aldığım bütün kokulardan nefret ettim burda. İlk günde olabilecek en hafif yerin Thai restoranı olduğunu söylüyor Emre. Aç kalsam ne yapabileceğime dair hiç bir fikrimin olmadığı bu ülkede, siparişleri ev arkadaşım söylüyor. Koku fazlasıyla ağır, ama mekan çok güzel. Yemeği açlığımın hatrına yiyorum çaktırmadan tiksinerek. Bahşişimizi de usüllere uygun ölçüde bırakıp eve doğru dönüyoruz. Jetlag, yol yorgunluğu, üstüne onca gezi ve de yemek bünyemin iflasına dair açıklayıcı şeyler. Çok fazla konuşamadan. Nevresimsiz, ortası çökmüş yatağıma sızıyorum. İlk gün hakkında ufacık bir düşüncem bile yok hala. Hayata dair aktif rolü alamamış halde yarın olsun diye dua ediyorum 9 sularında yerel saatle.. Ha, PM.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder