11 Temmuz 2010 Pazar

bisiklet bebesi

Bir haftalık uzunca aranın ardından tekrar merhaba sevgili okur,

En son işe başlıyordum sanırım, dördüncü haftam başlıyor oysa ki şimdi. İş günlerinin başlangıçları, her şeyin de başlangıçlarıydı. Zibilyar tane insanlar tanışıp hepsinin adını saniyesine unuttum. Malum, bunların adı öyle basri, hasan, mahmut, zeki gibi olmuyo, maykıl, denyıl, tim, dankın falan dememi bekliyosun tabi, ı-ıh öyle de diil işte. Adları, ranjesh, shreedar, zia mohammed, shrikant falan gibi Hint isimleri. Ekşisözlükde pek güzel bir bakınız var redmond'la ilgili, (bkz:dostum redmond demişsin ama burası hindistan), harbiden de öyle canım okurum. Baya nerde hintli var toplayıp getirmişler buraya. Karınca gibiler lan, sürekli çalışıyolar, bi de ufak tefekler zaten. Takdir ediyor insan tabi de, kıskanınca boyle oluyor. Bu saydığım isimlerin yarısı benim patronum bu arada, allah muhafaza türkçe biliyo olsalar da şunları okusalar, muhtemelen kovulurum. Olsun, şu an risk budur diyip bitiresim geldi yazıyı.

İlk paragrafı yazmamın ardından iki hafta geçti. Risk budur diyip yayınlamamışım yazıyı  :). Neyse, ben anca bakabiliyorum sana. Geçen hafta San Francisco'ya gittim, unutturma, onu bilahare anlatıcam. Biraz işten bahsediyim sana, malumun hayatımda en çok yer kaplayan şey o oldu son zamanlarda. Şaka lan şaka. Napıcaksın işi, sıkıcı iş işte ne bekliyosun ki? Kod yazıyorum pis pis.

Bisiklet aldım ben, geziyorum böyle kafama esince her haftasonu. Ballard diye bi yere gittim bugün. Festival vardı şansıma, adamlar eğlenmek için dünyanın en saçma festivallerini düzenliyorlar. Deniz ürünleri festivaliydi bu da ama festivaldeki ekmek arası balık satan tezgahlar dışında deniz ürünüyle alakalı herhangi bir şey görmek mümkün olmadı. Bizim evin yakını yokuş, aslında yürürken sezdirmiyo bu yokuşu, sadece bisikletle hissedebiliyosun, ama buram buram hissediyosun o acıyı bacaklarında. Neyse daha fazla abartmadan başlayalım hikayemize..

Can sıkıntısından mütevellit attım kendimi evden dışarı soluk almaya. Bisikletimi alır almaz da bıraktım kendimi yokuş aşağı. Yokuşun en aşağısında bir bisiklet yolu var. Muazzam bir yol, zaten burası ıslak memleket, yağmuru desen, gölü desen, denizi desen, okyanusu desen istemediğin kadar su var etrafta. Hal böyleyken bir pet şişe suyun 1 dolar olmasını ve çeşmelerden akan suyun içilebilir olup ücretsiz olması çelişkisini henüz anlayamadım ama çok da önemli bir ayrıntı değil hikayemizde. Neyse ıslak memleket yanında yeşil rengi ve onun bütün tonlarını beraberinde getiriyor. Ağaçların arasından giden bir bisiklet yolu, ama sonu nereye varıyor bilmiyorum, açıkcası sonu olmaya dabilir onun emin olamadım şu an öyle bi uzun düşün. Bu ağaçlıkların arasından yolumuz bir parka varıyor. Güzelim bozkır memleketimiz Ankara'mızın parklarına pek benzeyen cinsten diil, böyle ufak tepecikler, çimlik alan ve göl kenarı kombosu parkımız için yeterli olmuş. Aptal saptal çizgifilm kahramanı heykeli yok, haliyle ne biliyim donald duck ın burnunu karıştıran adam, mickey mouse u pandikleyip kameraya hınzır hınzır bakan adam resimleri gibi klişelerden insanlar habersiz. Göl kenarına havlularını alıp geliyolar, güneşleneni mi dersin, kitap okuyanı mı dersin, uyuyanı mı dersin, gölü izleyeni mi dersin hatta sevgilisiyle öpüşüp koklaşıp kendini cennette hissedeni mi dersin hepsi bol burda. Parkta ufak bir tur atıp geçiyorum. Aklımda dönerken çekmek var fotoğrafları, gün batımına doğru dönüceğimin farkındayım. Işığı kullanıcam güya :D

Parkı geçtikten sonraki yola ilk kez gittim bugün. Bilmiyordum neler olduğunu. Bir şey de yokmuş zaten. Yaklaşık yarım saat süren park Ballard arası yolculuk önümdeki yaşlı amcanın habersiz önderliğiyle sürüyor. Yaşlı maşlı bisiklet sürüyo adam, bizimkiler daha kahvehanelere gitsin. Okuyucuya küçük bir parantez - şu ana kadar anlamsız bi şekilde bize ait olan şeyleri beğenmeme tribime ben de uyuz oldum, çaktırma - Okuyucuya küçük bir parantez. Neysem efendim, fabrikaların arasından geçiyoruz durmaksızın, yanda yıllardır kullanılmadığı belli olan bir tren rayı. Bir ara amcam benim onu takip ettiğimi çaktı da beni tenhada mı sıkıştırıcak diye endişeleniyorum ama, bir kez spor yapma gazı var bünyede saldırıyorum pedallere.

Bu fabrikaların arasından, bir kanala denk düşüyor parkurumuz. Kanalın kenarına çok güzel banklar yapmışlar, kanal dediysem epeyce büyük aslında, millet yatlarıyla falan geçiyor yanımızdan, bizse sessiz yolculuğumuzu sürdürüyoruz amcayla, ta ki Ballard görünene kadar. Ben tabi Ballard'a gittiğimden habersizdim yolculuk boyunca, aslında festivalde öğrendim oranın adının Ballard olduğunu da, amcam bi yerden dönüyor ki karşımıza bi anda kocaman bir yokuş seriliveriyor. Tabi benim dizlerim buna müsade edicek konumda diil artık, ilk sokakta birden cümbür cemaat toplanmış insanları, seyyar satıcıları, tezgahları görüyorum. İnip bisikletten aralarına karışıyorum. Her yerde kocaman yazılar Ballard Seafood Festival yazan, şahane İngilizcem bana dört ayak üstüne düştüğümü söylüyor, hem bişiler görücem hem de dinlenicem çaktırmadan. Sokakları gezmeye başlıyorum birer birer.

İlk giriş tamamen el sanatları üzerine kurulu. Burda emek, üründen daha pahalı. Yani bi ürün ucuza mal edilse dahi, eğer üzerinde emek varsa ücreti ağız burucak kadar tuzlu oluyor. O yüzden sadece göz gezdiriyorum, yanımda acil durumlar için aldığım az bir miktar para var. Onu da artık susuzluktan yol olma noktasına gelen dudaklarım için alıcağım suya saklıyorum. İkinci sokak çok daha ufak ilkine göre, ve sadece yiyecekler için.. Burda haşlanmış mısır inanılmaz bir lüks insanlar için. Bunun enteresanlığına kendi kendime gülüp geçerek, sokaktan geri dönüyorum. Dediğim gibi, güya deniz ürünleri festivali de, dönercisi de var, hindistan yemekleri satanı da, sosisli sandviç yapanı da. Sadece bir yerde bi adam tek başına somonlarla cebellenmekte ki, kimse de yüz vermiyor ona.

Son sokak ise, sanırım bütün festivalin en güzel sokağı. Etrafa dizilmiş bir sürü hayır kurumu tezgahının sonunda muhteşem bir country müzik konserine rast geliyorum. Sahnede kot pantolonları, onun içine sokulmuş ve kovboy kemeriyle sıkıştırılmış açık renkli gömlekleri, inanılmaz neşeli kravatları ve kovboy şapkalarıyla boy gösteren 40-50 yaşları arasında amcalar konser vermekte. Elimde bisikletimle  katılıyorum aralarına dinleyenlerin. Suratımda şapşal bir gülümseme, bacağımla ritm tutuyorum. Etrafta bütün yaşlılara yeticek kadar oturucak yer ve gençlere genç hissedenlere yeticek kadar açık alan var. Muazzam bir ortam. İnsanlar inanılmaz güzel dans ediyorlar, kovboy dansları türlü türlü, ritm oldukça hızlı. Bir anda aklıma, düğünlerde kendilerine güvenleriyle sahneye çıkan amcalarımız teyzelerimiz geliyor, aslında çok da farklı diil burda da ortam, yeni olan şeyin güzelliğini yaşıyorum. Çok eğleniyorum. Elimde fotoğraf makinem, türlü türlü fotoğraflarını çekiyorum dans edenlerin. Turist olduğum her halimden belli anlıcağın sevgili okur. Gözüme dans eden, 60 larının üzerinde bir çift takılıyor, boğazıma öküz oturuyor, sevdiğimle 60 yaşında kovboy dansı etmek istediğimi anlıyorum. Konser bitene kadar bu da yaklaşık 5 şarkıya tekabül ediyor ki, aralarında hem alkışlıyor hem de fotoğraf çekiyorum. Sonrası ise dönüş heyecanı.

Artık fotoğraf makinem boynumda, terden ıslanmış olsa da tişörtüm aldırmıyorum. Aynı yollardan geçerken, her gözüme güzel gelen şey gördüğümde duruyorum bisikletimle, ölümsüzleştiriyorum bir daha tekrarı olmayacağına neredeyse emin olduğum anları. Bütün güzel fotoğraf çekme heyecanı, sporun verdiği dinçlik, bizim sokağın başına kadar sürüyor. Dönüş yolu yaklaşık bir saat kadar sürdüğünden, artık bırakın dizlerimde derman kalmasını, insanlığa küfrediyorum yürüyen yatak yapmadıkları için yokuşlara. O denli pestilim çıkmış haldeyim. 3 blok kadar geçtikten sonra, dizimin üstüne kramp giriyor, kramplarım meşhurdur benim, allahtan şimdi anlamlı bi yere girdi. Bahane edip bisikleti tekrar elime alıyorum, Yol düzleşene kadar bisikleti elimde götürüyorum.

Ve bir güzel maceranın daha sonuna geliyoruz. Gezi yazıları için, hangi zaman tipi kullanılır lan! Nefret ettim şimdiki zamanda, böyle bi yukardan bakan, bi artis havası var şimdiki zamanın, geçmiş denedim bi paragrafta onu sevmeyip değiştirdim sonra. Gözünü seviyim akıl verin, yorum bekler deli gönül :)

Bi sonraki yazı San Francisco üzerine, görüşürüz sevgili okur, muhtemelen 2-3 hafta sonra anca yazarım ben yine...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder