12 Haziran 2010 Cumartesi

Yol-2

Uçağa biner binmez cumhuriyetçi teyzeler karşıladı beni hostes kostümüyle. Evet sevgili okur, ülkemizde her türlü mitinglerde ön saflarda görüğümüz, ellerindeki bayrakları büyük bir tutku ve istikrarlı bir ritmsizlikle sallayan, kısa boylu, yapma sarı saçlı teyzelerin Amerika versiyonları Delta firmasında hosteslik yapmaktalar. Anlaşılan ülke bu insanları kovamayınca, en azından sık sık giderler diye bunları hostes yapmış. Enteresan.

Uçağa girdiğinizde sizi business class'ı görüyorsunuz önce, ama gördüğünüz şeyin ne olduğunu anlamanız için daha önce uçağa binmiş olmanız gerekiyor. Tabiri caizse malak malak ilerlerken, vay be adamlar yapmış ulan modunda adeta bir varan otobüs koltuğu olan koltukları inceliyor ve üstlerine konulan devasa yastıklarla koltukların arasındaki kocaman boşluklara hayran kalıyordum. Ne zamana kadar? Uçağın geri kalanındaki Metro otobüsüyle yüzleşene kadar. Yaklaşık 15 sıra geçtikten sonra, kendimi ait olduğum yere, orta sınıfa atmış bulundum.

Epey arkalardaydı koltuğum. Koltuğa gittiğimde tam yanımda, şu ana kadar neredeyse en çok vatandaşını gördüğüm milletten Hindistan'dan bir ablamız oturmaktaydı. Müsaade isteyip geçtim cam kenarı yerime. Sinir bozucu ilk şey önümdeki koltukla aramda herhangi hava boşluğunun dahi olmamasıydı. Öyle ki, servis masasını açtığımda kaburgamın tam altına cuk diye oturuyordu. Kendi tasarrufum ve "zekice" seçimim olan cam kenarı yer bu sefer beni bunaltmaktaydı. Bu sefer hiç öyle tiyatral hareketler olmadı ölmeden önce yapmamız gerekenler adına. Okyanusun üzerinden gidiceğimizden uçağa bişey olursa nelerle karşılaşabileceğimiz konusunda kimsenin şüphesi yoktu. Kibarca, fantastik bir ölüm istiyorsanız, arkanızdan "yine de denedi" desinler istiyosanız can yelekleriniz koltuğun altında uyarısı yapıldı.

Uçağın garip yanlarından biri televizyonlu olmasıydı. Yalnız garip olan şu ki, arka arkaya olan 3 televizyonun renkleri sanki kasıtlı yapılmışcasına farklıydı. Bana en yakın televizyonda, beyaz olan adam, üçüncü televizyonda zenci görünüyordu. Yine yakın olanda zenci olan, uzak olanda gölge olarak görünüyordu. Şaşırdım tabi ama, ses etmedim. Zaten İngilizce bununla ilgili nükteli espri nasıl yapılır bilmiyorum, bilmeme de gerek yok. Yolculuk başlar başlamaz, kendimizi okyanusun üzerinde bulduk. Alt tarafa dair ilk bir kaç saatte genişçe bir mavilik dışında başka bir gözlem yapma imkanım yoktu.

Cumhuriyetçi teyzeler, birbirleriyle yarışırcasına bir servis telaşına büründüler, kaptan pilotun otobana kırmasına mutabık. Yaklaşık 10 gramlık fıstık servisi, bir çok insan için altın değerinde olurken, her Anamur'dan gelişimde 2 kilo kavrulmuş fıstıkla gelip bir haftada tüketen ben için çok da bir şey ifade etmedi. Yanımdaki hatunun nasıl bir uykusu vardı bilmiyorum, ben o gürültüde bir insanın uyuyabileceğine de inanmıyorum. Ama bir horlamadığı kaldı sağolsun.

Yolculara ilişkin en farklı detay, yaklaşık 4 sıra önümde her bir saatte kendi kendine koltuğundan kalkıp, dans ederek egzersiz yapan ve etrafa alık alık bakan teyzemizdi :). Bir ara kaptan uçağı yükseltirken uyuyakaldı falan sanırım ki, alttaki dünya bir anda bulutlar ülkesine dönüştü. Evet, normalde de bulutlar üzerinde seyrettiğimizin farkındayım, ama bu sefer, bulutlara bile sanki orası zeminmiş gibi uzaktan bakıyorduk.

Buluttan nehirler, buluttan yanar dağlar gördü gözlerim. Sanki altında hiçbir şey yokmuşcasına, sanki meleklere ev sahipliği yapıyormuşcasına bir dünyadan bahsediyorum. Kalbim titredi. Güneş yanaklarımı yakarken, alttaki bulutların soğukluğu uçağın kenarındaki metalden deyiyordu tenime. Bütün dünya siyahken, her şeyden beyaz bir örtü vardı üzerinde. Çelişki insanı kendine hayran bırakıyor. Bu çok saçma ve o kadar da düzeni açıklayıcı bir gerçek olsa gerek. Amerika'ya yol almaya başlamadan önce uçak ücretlerini bakıp, Amerika'nın ucunu bucağını gezme hayallerimin bir kısmını aldığım rafa geri bırakmıştım. Bu yüzden niyetim, uçaktan bakmaktı Amerikan şehirlerine, çünkü düz mantıkla Amsterdam'dan Seattle'a çizdiğim çizginin altında bir çok güzel şehir kalmaktaydı. Fakat düşünmediğim bir gerçek, oldukça yuvarlaktı. Dünya. Yuvarlak bir dünyada düz çizgilerin hiç bir anlamı yok. Varsa da, hayallerde kalıyor.

Gelmek istediğim nokta, aslında gelmek istemediğim bir nokta olduğundan lafı uzatıyorum. Uçak 10 saat boyunca kutuplardan gitti sevgili okur. Seattle'a inene kadar, tek bir şehir görmedim. Buzullar, buzul dağları, penguenler, kutup ayıları, eskimolar vs. vs. Atıyorum ulan, ne eskimosu ne pengueni. Kutup ayısına da en çok benzeyen şey, ön koltuğumda sürekli bira içen yarmaydı. Paso buzul vardı işte. O on saati nasıl geçirdim, o yemek diye verdikleri tavuğu nasıl yedim, o dünyanın en absürd müziklerini nasıl dinledim bilmiyorum, ama bitti bir şekilde.

Ve indik Seattle'a. Uçaktan inişin ardından, yine her zamanki gibi kalabalığı takip ettim. Ülkeye girişte parmaklarımdaki yemek artıklarını iz olarak verdiğim kapıları geçmemin hemen ardından bavulumu beklemeye başladım. Plan şu ki, bavulumu alıcam, beni bekleyen iki insanı bulucam, onlara hediyelerini sunucam ve onlar da beni eve bırakıcaklardı. Ama eğer siz natural born loser'sanız, hayat size hiç bir zaman istediklerinizi sunmaz. Bavulum çıkmadı sevgili okur. Ve beni bekleyenlerin olduğu yere gitmem lazım! Ne yapıcam, doğru sordum nerde bavulum diye. Yukarı çık, yukarda baggage claim var orda bekle dediler. Nitekim, baktım ki bir sürü insan benimle aynı durumda, haliyle içim rahatladı. Gel gör ki benim bavul ordan da çıkmadı.

İşin mantıksız yanı, beni bekleyen insanların bendeki telefonu yok. Niyeyse, ellerinde kocaman bir karton üzerinde parlak "Aykut" yazısıyla gezmelerine dayandırmışım bütün planlarımı. Döverim ben kendimi. Hakikatten bak. Delta'nın ofisiyle konuştuktan sonra, bagajımın Amsterdam'da ot içerken uyuyakaldığını öğrendim. Kendine gelince getiricez dediler, eyvallah dedim. Bu baggage claim'e giderken, abuk subuk bir sürü yerden geçtik, geri dönmenin imkanı da yok, telefon da yok. Ne yaparsın? Açtım laptopu mail attım, belki böyle teknolojik gereçleri vardır falan diye. Yarım saat kadar turist ömer kılığında beklememin ardından artık taksinin en doğru seçenek olacağına karar verdim. Elimde bir adres var, ama benim için adres hiç bir şey ifade etmiyor.

Taksinin yanında beni bir -Arda'nın tabiriyle- Appiah karşıladı. İçeri kendimi atar atmaz hiç bir şey demeden adresi söylemeye başladım. Adam bi ov ov ov ov yaptı. Ne oluyo derken, emniyet kemerini takmamı istedi. İyi de arka koltuktan oturuyorum ulan. TEV için isyan eden abinin neler yaşadığını anlayarak taktım emniyet kemerimi. Ardından bir kez daha saymaya başladım çatır çatır adresi, ama adamı hiç dinlemiyorum, anlamıyorum da zaten. En sonunda 4. kez ben adresi baştan alınca adam artık navigasyon cihazına girdi adresimi. Adamın zaten tipinden belliydi sempatik olduğu, ama bu kadarını beklemiyodum. Kısacık bir sessizliğin ardından hemen nereli olduğumu sordu. Ben de Adanalıyık, Allahın adamıyık dedim. Yok demedim, ama desem de komik olurmuş. Anlamazdı gerçi, neyse. Benim nereli olduğumu öğrenmesinin ardından birlikte girdiğimiz bu sefer daha uzun sessizliği, sence ben nereliyim diyerek kesti. Etiyopyalıymış arkadaş. Zira eğer Amerika'lılar ingilizceyi öyle konuşuyor olsaydı, bize başka bir dili ingilizce diye yutturduğunu düşünecektim hocaların. Tayyip'e kadar gereksiz bütün muhabbetleri ettik eve varıncaya dek. Sonunda uzuun yolculuk bitmiş, eve adımımı atmıştım. Gözlerim şiş, üstüm başım dağılmış ve bavulum kaybolmuş bir halde...

1 yorum:

  1. kayıp bavul :D seni bekleyen insanlarla niye buluşamadın anlayamadım, baggage claim'e gidince "arrivals" kapısını geri bulamayacağın için mi yoksa başka loserlıktan mı?

    YanıtlaSil